Covid-19’un neden olduğu pandeminin ilk başlarında bir yandan gündeliğimizin tamamen değiştiği, öte yandan da bizim kendi içsel çerçevemize tutunmaya çalıştığımız günlerde, pandeminin yarattığı psikolojik baskı ve belirsizlik ön plana çıktı, hala da devam ediyor.
Herkesin aklındaki en çok sorular; “Bir daha hayatlarımız eskisi gibi olacak mı?” , “Bu durum ne zaman bitecek?” , “Ya virüsü kaptıysam?” , “Ya sevdiklerime bir şey olursa?” gibi tonlarca soru... Hayatımızla ilgili yanıtını bulmaya çalıştığımız ama yanıtı belirsiz olan bu tip soruların bilinçdışı yanıtlarının karşılığı ise psikolojik olarak gerilemeye girmek yani daha mutsuz, daha umutsuz ve karamsar, bazen daha şüpheci ve endişeli ve hatta daha korku dolu olmaları oldu.
Covid-19 pandemisi ilk başlardaki panikle ve kısmen hala bizi Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisinin en temel basamağı olan fizyolojik ihtiyaçlara geriletti. İlk yasaklar başladığında insanların market raflarını çılgınca boşalttıklarını gördük. İlk dönemlerde bunlar tabi ki “stres etkeni”ne karşı doğal reaksiyonlar. Bir yandan varoluş mücadelesi diğer yandan yaşamımızın içine girmiş olan yoğun hijyen ile ilginç değişimler de yaşandı tabi ki psikiyatride de! Eskiden “Obsesif Kompulsif Bozukluk” tanısı alan (saplantı-zorlantı bozukluğu) hastalar bir parça rahatlarken, paranoid (şüpheci) elementler barındıran işlevsel hastalar da bir nebze rahatladılar. Çünkü herkes daha takıntılı, herkes daha hijyenik, herkes daha şüpheci artık...”ya test sonucum yanlış çıktıysa?? ya bir taşıyıcı ile karşılaştıysam??, alışveriş poşetleri güneşte kalsın...” Psikiyatri’nin değişen normallerini de önümüzdeki yıllarda hep birlikte daha net göreceğiz.
İşin görünen yönü bir yana, diğer yandan sıradan yaşamımıza gittikçe artan yoğun ‘özlem duygusu’ , zaman zaman Shakespeare’in Hamlet’indeki gibi yaşayıp yaşamama sorunu haline geldi:
“Olmak ya da olmamak, sorun bu,
Zalim kaderin darbelerine ve kötülüklerine Dayanmak mı daha soylu bir davranış
Yoksa belalar deryasına başkaldırmak ve savaşmak mı? Ölmek, uyumak
Hepsi o kadar; yürek yaralarımızı ve insanoğluna miras binlerce acıyı sona erdiririz,
İçtenlikle arzu edilen de budur”.
Yukarıdaki satırlarda , Covid-19 pandemisinin yol açtığı yeni psikolojik normaller, ruhsal hastalıkların seyri ve insanın anlam arayışı ile ilgili tespitlerde bulunmaya çalıştım. Biraz da 1 yılı aşkın süredir yaşamımızda olan bu değişimin yol açtığı “Yas Süreci” ve bu değişim sürecinde “Anlam Arayışı” açısından olayı ele alalım.
Covid-19 yaşamımıza girdi mi girecek mi derken tepetaklak olan insan yaşamıyla karşı karşıyayız. Tarihe bakıldığında kayıplar insan yaşamının hep bir parçası olmuştur ve kayıplara verilen tepkiler de davranışları belirler. Psikiyatri’de “Yas Süreci” dediğimiz bu durumunun evrelerine bu dönemdeki değişim açısından şöyle bir bakalım :
Önce -sadece komplo teorisi-dedik ve ‘inkar’ süreciyle başladı insanın hikayesi. Daha sonra hastanelerden gelen bilgilerle -olabilir ama abartılıyor- dedik hepimiz. Bu da yas sürecinin ‘bölme’ aşamasıydı. Özellikle yaz mevsimi boyunca bölme aşamasını tüm canlılığı ile yaşadık. Bir süre sonra rutin giden yaşamımızda alışverişe gitmek, kafede oturmak bile tehlike unsuru olmaya başladı. Tehlike unsuru ile ‘kaygı’tepkilerini vermeye başladık. Bu kaygılar, değişen toplumsal kurallar ve değişen günlük yaşamın sancılarıydı. Her değişimde olduğu gibi ‘öfke’ de kendini göstermeye başladı. Özellikle polikliniklerde bilgi vermeye çalışan sağlık çalışanları ‘Kötü ebeveyn muamelesi’ ile bu öfkeden nasibini fazlaca aldı. Öfke zaman zaman aile içi çatışmalar şeklinde kendini gösterdi. Çünkü günlük yaşamda hep bir yerlere dağılmış olan aile üyeleri çoluk çocuk artık evdeydiler. Yaşam evde çevrimiçi olarak devam ederken, kaygı kaynağı olan medya/sosyal medya ile biriken öfke evde birilerine yöneliyordu.
Aslında yaşamış olduğumuz tam da bir devekuşu misali gömülü başımızı kaldırmamızla yaşadığımız farkındalıktı. Maalesef her farkına varış bir kayıpla yaşanır. Bir çeşit “Kral Çıplak” masalı. Konforlu yaşarken üretmeyi unutmuş otomatik yaşayan biz insanlar üretmenin önemini anladık. Artık hiç birimiz -sanal- konforlu ortamlarımızda değiliz.
Artık psikolojik olarak bir sonraki evredeyiz. Tabiatı, diğer canlıları, suyu, insan dışındaki her şeyi ve insanı bozduğumuzu farkettiğimiz “Depresif Evre”deyiz. Bu bir ilk değil. 1350’lerdeki Veba Salgını, belli dönemlerde yoğunlaşan çiçek hastalığı salgınları, 1918-1920 yılları arasında 50 milyon insanın ölümüne yol açan İspanyol gribi gibi nicelerini yaşadı insanlık.
Aslında salgınlar yaşamımızda hep vardı ama biz o bitmek bilmeyen sıkıntımız içinde inkar halinde yaşıyorduk hep. Şimdi ise depresyon zamanı! İnsanoğlu -doğayı yok etmek pahasına- kendini Tanrısallaştırırken aslında zincirin küçük bir halkası olduğuyla yüzleşti.
Hala umut var! Depresif evreden, varoluşumuzu doğru sorgulayarak yeniden doğabiliriz. Artık “yaşamın insan için değil, insanın yaşamın bir parçası olduğu” gerçeğini sindirmemiz gerekli. Buzdan saraylarda prens/prenses olarak yaşamak değil, buzdan sarayları eritme zamanı! Yönümüzü bu tarafa çevirdiğimizde, gözleriniz gittikçe yükselen tabiatın güzel ışıklarını görmeye başlayacak.